18 Haziran 2011 Cumartesi



 

Kentin sokaklarında kente dahil olan ,her evde en az bir tane bulunan  ve yolda yürürken  başımızı kaldırdığımızda heryerde olan çanak antenler  Posta gazetesi yazarı Candaş Tolga  Işık'ın ''Güneydğu'da çanak anten terörü'' adlı yazısını hatırlatmakta.   İşte 27 Ocak 2011 yazısı:   Güneydoğu'da çanak anten terörü   Aylardır Doğu'yu, Güneydoğu'yu geziyorum. Köy köy dolaşıyorum. *** Evlerin yüzde 90'ında en az 8 kişi bir arada yaşıyor. Evlerin yüzde 90'ına doğru dürüst yiyecek girmiyor. Evlerin yüzde 90'ına kitap girmiyor. Evlerin yüzde 90'ına gazete girmiyor. Ama o evlerin yüzde 90'ına giren birşey var Çanak anten! Ne var bunda? Şu var: Çanak anten sadece yerli kanalları göstermiyor! Çanak anten sadece ROJ TV'yi de göstermiyor! Yüzde 90'na gazetenin kitabın girmediği bu evlerin tamamına porno kanallar giriyor! Hiçbir şifre, engelleme olmadan... Evdeki ilkokul talebesi de seyredebiliyor, 80yaşındaki dede de... 7 gün 24 saat. Herkese açık o porno kanallar sayesinde ne mi oluyor? Eğitim seviyesinin ve sosyal hayatın adeta yerlerde süründüğü bölgede, 70 yaşındaki adam torununa gelinine, 14 yaşındaki çocuk minicik bir bebeğe, öz abisi kız kardeşine, komşunun karısına-kızına tecavüze yelteniyor... Çoğunlukla da başarılı oluyor. ''Nasıl olsa töre var kimse duymaz''deniyor. Gerçekten de öyle oluyor. Töre ya tecavüzün,tacizin üstünü örtüyor ya da tam dışarı sızmak üzereyken tacize uğrayan kadının canını alıyor. Televizyon dizilerini hizaya getirerek toplumu kurtardığını zanneden arkadaşlara sesleniyorum: Güneydoğu'da büyük bir çanak anten terörü var! Ve bu terör en az diğeri kadar can alıyor. (...)  27.01.2011 Candaş Tolga Işık     Çanak antenlerin hemen hemen her evde olduğu doğru. Yalnız bu sadece  Güneydoğu'da değil, İstanbul,İzmir,Ankara gibi büyük kentlerdeki evlerdede var. Hatta bir evde birkaç tane.. Antenlerin bu denle yoğunluğu bana göç eden insanları hatırlatıyor. İnsanlar hem bu büyükşehirde yalnız kalmayacakları bi uğraş olarak, hemde kendi memleketlerinin kanallarını izleyerek özlem giderdikleri bir araç olarak televizyonu kullanıyorlar. Çanak antenleride bunu simgeleyen bir şey olarak görebiliriz.











Tarihi yarım adada yürürken dikkatimi çeken bir anahtar deliğinin boşluğuydu. Düşünmeye ve baktığım her yerde boşluklar görmeye başladım.
 Boşluk neydi?
Neyi ifade ediyordu?
Soruları kafamı kurcalamaya başlamıştı.
Boşluk,uzayda belli bir hacmi, kütlesi olmayan anlamına gelmekte. 
Yokluk .
 Hiçlik.
Baktığım yerlerde olmayan şeylerdi..
Boşa koysam dolmayan ,doluya koysam almayan.. 
Yürümeye devam ettikçe önüme gelen bir çok boşluk oldu.bir pencereden baktığımızda göreceğimiz dolu bir çok şey vardır.  Onları görebiliriz  göremedğimiz şeydir bence boşluk.  Bir yapı gördüm ,pencereleri boşluğa açılmış olan.. 

 Sizce boşluk size neyi  ifade ediyor?










 "Boşluk" kavramı, sanatta, özellikle kavramsal sanatçılar tarafından defalarca irdelenen bir konu olagelmiştir.
George Perec, "Yararsız Bir Uzama Dair" adlı metninde düşünsel bir deneme yapar. Tamamıyla yararsız, boş bir uzam tasarlamaya çalışır. Hiçbir şeye hizmet etmeyen, hiçbir şeye gönderme yapmayan, sadece işlevi olmayan bir mekan. Özellikle vurguladığı gibi, "belirgin bir işlevi olmayan değil ama, belirgin bir biçimde işlevsiz olan, çok işlevli olan değil (bunu yapmayı herkes bilir) ama işlev-dışı olan".
      Paris Centre Pompidou'da "Voids: A Retrospective" adlı, geçmişte boş mekanları sanat eseri olarak sergilemiş dokuz sanatçının "boş sergilerini" kapsayan bir sergi açıldı.
     Centre Pompidou'nun dördüncü katındaki dokuz salonda görülecek birşey yoktu. Baktığımız "hiçbir şey"di. Sergilenen boşluğun kendisi idi.








Yalnızca işlevli veya dolu olan şeyler hakkında mı konuşabiliriz?

Kartal Yunus Çimento Fabrikası, 1927 yılında Belçika’da yaşayan Mason biraderlerinde aralarında bulunduğu bir grup tarafından Kartal-Pendik arasına kurulmuştur. Kurulduğunda Kartalda henüz minübüs yolu bile yoktur. Adını denizden geçen yunuslardan almıştır. Ve fabrikaya verilen bu isim daha sonra çevresindeki yerleşkenin adı olmuştur. 2004 yılında eski sanayi tesisi olan bu fabrika yıkılmıştır ve geriye sadece iki bacası kalmıştır. Her yapı günün birinde ömrünü tamamlar ve atıl hale gelir. Peşinen vurgulayalım ki bir kısmının da yıkılması gerekir. Hele yenilenme ya da iyileştirme şansı kalmamışsa, mimari ve estetik açıdan gelişmeye ve güzelleşmeye ket vuruyorsa. Bu sav, fiziki yapılar için olduğu gibi, kurumsal ve sosyal yapılar için de geçerli olsa gerek. Ancak, bazı şeyler vardır ki, zamanlarına, alanlarına damgalarını vurmuşlardır. Adeta o çevrenin ya da toplumun kimliğinin parçasıdırlar. İzleri kolayca silinemediği gibi, belki de silmemek, aksine "korumak" gerekir. Bir tarihi - doğal doku, bir kültür sanat yapıtı, bir demiryolu hattı, bir fabrika, limana elverişli koy, hatta ve hatta bir maden ocağı... Kentlerin, yerleşimlerin ortaya çıkmasına ya da tersine devre dışı kalmalarına, silikleşmelerine neden olurlar. Çimento fabrikasının bu iki bacası artık işlevliğini yitirmiş , üzerine afiş asılarak amacı dışında kullanılmaya başlamıştır. Hatta şuan iktidarın elinde olan bu iki baca , iktidarda olan Ak partinin afişleri ile tanıtım görevi görmektedir..









1 Haziran 2011 Çarşamba

Endüstri  Devrimi sonrası, sanayi kentlerinde hızla artan cevre kirliliği,sağlıksız ve yaşam standartları düşük konut alanları ve yetersiz altyapı hizmetleri, sağlıksız kentler meydana getirdi.19 yy’ın ikinci yarısında kenti daha sağlıklı , temiz ve yaşanabilir kılmayı amaçlayan “Park Hareketi”ni, kent merkezlerinde geniş cadde ve bulvarların açılmasını kapsayan kentsel yenileme projeleri izledi.“20. yy’daModernist Hareket”, kentlerdeki yenileme stratejilerine öncülük etti. “Modernist Hareket” kentin sağlıksız kısımlarının yıkılması, daha fazla yeşil alan ve yüksek kütlelerle yeniden planlanması üzerine kurulmuştu.1960’lar ve 1970’lerin başlarında ise kentsel iyileştirmeye öncelik verilerek, fiziksel bozulma ile toplumsal bozulma arasındaki doğrudan bağlantı artık kabul edilmiş ve projelerde daha toplumsal bir strateji izlenmeye başlanmıştı. Dönemin dönüşüm projelerinde kenar mahalleler ve kent çeperleri öncelik kazandı.1980’lerin dönüşüm projelerinin odağında ise kentin boşaltılmış, atıl ve çöküntü haline gelmiş alanlarının ekonomik olarak canlandırılması vardı.1990 sonrası kentsel dönüşümde kullanılan en yaygın müdehale biçimi, kentsel iyileştirme ve yeniden canlandırma oldu.Bu soruna Türkiye'de bulunan çözüm gecekondular oldu. 2. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye hızlı bir kentleşme yaşadı. Nüfusun kentlerde hızla yığılmasına karşın, kentlerde bu gelenleri barındıracak koşullar ve altyapı hazırlanmamıştı. Şehre yeni gelenler yaşayacak konut bulamadıklarından dolayı boş buldukları kamu arazilerine gecekondular diktiler. Gecekondular adeta köyü aynen kente taşımıştı.Bugün kapitalist sistemin gelişmesi ve kentlerin büyümesiyle birlikte gecekondular sermayenin önünde bir engel olmaya başladılar. Şehrin muhtelif yerlerine dikilmiş gecekondularda oturan yoksullar için oturdukları yerler artık “fazla değerli” idi. Gecekonducuların oturdukları yerlerden sürülmelerinin vakti gelmişti. Bu yağma ve talanın adı da “Kentsel Dönüşüm Projeleri” oldu.  Kentin büyümesi ile birlikte şehrin neredeyse merkezinde kalmış ve çok büyük bir rant alanı haline gelmiş olan bölgelerde gecekondular kentsel dönüşüm projesi çerçevesinde yıkılmakta ve yerine lüks konutlar yapılmaktadır. Kentsel yağmanın hedefi olan bölgelerde yerleşik halk için, en basit anlamda yaşamlarına ait bildikleri, paylaştıkları, ürettikleri veya tükettikleri ne varsa, şimdi birden bire yok olup bitme noktasında, ciddi bir tehdit ile karşılaşmaktadır.  İnsanlar; doğup büyüdükleri, hatıralar edindikleri, aile ve sosyal çevre kurdukları, sosyal-kültürel açıdan beslendikleri, kendilerini güvende hissettikleri ve kendilerine ait bildikleri, hatta kendileri (birey) olmanın temelinde yatan bir bütünsel yapıyı; tabi ki öncelikle bir evi, ancak aynı zamanda bir sokağı, mahalleyi, komşulukları, tanışıklıkları, yaşanmışlıkları; öncelikle inkar etmeye ve ardından terk etmeye zorlanmaktadırlar. Artık "kentsel yağma" anlamını taşıyan günümüz kentsel dönüşüm uygulamaları, gerçekte kentin ve kent halkının değil, doğrudan sermayenin çıkarlarının gereğidir ve bu nedenle, beraberinde/karşısında kent halkının direncini doğurması, bir beklentinin ötesinde kaçınılmaz olandır. Kentlerimizin geleceği de, işte bu dirençtedir. Onun farkında olmak, onu anlamak ve hatta onun bir parçası olabilmek gerekir.  Gecekondusunu savunan yoksul kentliler, gerçekte hepimizin yaşamını ve geleceğini tehdit eden kentsel yağmanın, bu gün için ilk kurbanlarıdır. onlardan sonra sıra bize, bizim apartman dairelerinize, parklarınıza, sokak ve mahallelerinize, okul ve hastanelerinize gelecektir. Yıkılanların yerine yapılacak olanlar da; gerçekte hiçbir zaman bize, bu kente ait olmayacaktır.