22 Ağustos 2011 Pazartesi

Türkiye’de Kapitalistleşme Sürecinde Kentsel Mekânda Yaşanan Değişimler (1950-1970)

"Bu dünyada bir dev var.
Bu devin öyle kolları var ki hiç güçlük çekmeden bir lokomotifi kaldırabilir.
Öyle ayakları var ki günde binlerce kilometre koşabilir.
Bu devin öyle kanatları var ki bulutlar üzerinde, kuşların çıkamadığı yükseklerde uçabilir.
Öyle yüzgeçleri var ki su altında balıklardan daha iyi yüzebilir.
Bu devin öyle gözleri ve kulakları var ki görülmeyenleri görür, başka bir kıtada konuşulanları işitir.
Bu dev o kadar güçlüdür ki dağları delip geçer ve dolu dizgin akıp giden suları durdurur.
Bu dev, yeryüzünü istediği gibi değiştirir; ormanlar diker, denizleri birleştirir, çölleri sular.
Kimdir bu dev? Bu dev insandır."
M. İlin/ E. Sega[1]
Türkiye’de kentsel gelişimin hız kazandığı dönemler, aynı zamanda ülkede kapitalist gelişimin hızlı gelişim gösterdiği döneme denk düşmektedir. 1940’lı yılların sonlarına doğru, ülkeye yapılan büyük Marshall yatırımları, kentsel mekânın çok hızlı bir şekilde kapitalistleşme süreci içerisine girdiğini göstermiştir. Yapılan her büyük yatırım, toplumsal değişim ve dönüşümü hızlandırarak üretim ilişkilerinde köklü değişikliklere yol açmıştır. Büyük sermaye yatırımları, üretim araçları üzerinde burjuvazinin egemenliğini güçlendirmiştir. Kır ile kent ayrımı daha fazla keskinleşen bir hal almaya başlamıştır. Kapitalistleşme sürecinde üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkı, üretim araçlarının belli bir kesimin egemenliği altına geçmesine neden olmuştur. 1950'li yıllarda Türkiye'deki üretim biçimine bakıldığında tarımsal üretimin ağırlıkta olduğu görülür. Aynı dönemde tarımsal üretimde köklü değişimler ortaya çıkmıştır. Çok partili hayata geçiş ile beraber Türkiye'deki siyasal anlayış değişmiş, liberal bir anlayış olan demokrat parti ezici bir çoğunlukla iktidarı devralmıştır. Bu dönem itibariyle ülkede çok yönlü liberal politikaların hız kazandığı görülecektir. Yabancı sermaye yatırımları artmış, sanayi odaklı gelişimin önünü açacak uygulamalara başvurulmuştur. Tarımda makineleşmenin çok hızlı bir şekilde faaliyete geçtiği dönem olmuştur. Fakat bu süreçte yapılan tüm uygulamalar planlama anlayışından son derece uzak bir hâl almıştır. Bundan kaynaklıdır ki, hızlı gelişim sonrası yaşanan bunalımlar nedeniyle “planlı bir ekonomi modeli” oluşturulmaya çalışılmıştır. El emeği yerine makinenin geçmesi sonucu kırsal alanda yaşayan insanlar büyük kentlere, “taşı toprağı altın” olan diyarlara göç etmek zorunda kalmıştır. Kapitalist sistemin gelişmesini hızlandırdığı bu dönemde, bu insanlar kapitalist sistemin ilk büyük tokadını yemiştir. “Kendi mülklerinden edilen insanlar hiç bilmedikleri yeni mekânlara (kentlere) koşarken, farkında olsun ya da olmasın yeni bir yaşama yeni bir umudun peşinden koşuyorlardı. Sahip oldukları tek şey ise kendi enerjileri (emek-gücü) idi. Nesneleri dönüştüren, onlara biçim veren enerji (emek-gücü) aynı zamanda işçileşmelerinin temel nedeni haline gelmişti. Çünkü birilerinin (kapitalistlerin) bu enerjiye ihtiyacı vardı.”[2]
Her gün kendi emek gücünü inşa eden işçi sınıfı, hem emeğini yeniden üretiyor hem de dünyayı yeniden kuruyordu. Birbirinin uzlaşmaz düşmanı olan burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki çelişki daha da güçlenmekteydi. Sevgili Karl Marx bu durumu şöyle dile getirmişti: “ Sermaye ölü emektir, vampir gibi sadece canlı emeğin enerjisini çekip aldığında yaşıyor, ne kadar çok canlı emeğin enerjisini o kadar güçleniyor ve daha fazla yaşıyor.” [3]
Anlatılmaya çalışılan bu dönem, kapitalist çılgınlığın ülkeyi sardığı bir dönemdir. Kapitalist sistemin büyük temellerinin atıldığı, büyük bunalımının acısının çıkarılmaya çalışıldığı dönemdir. 1929 Bunalımı sonrası tüm dünya ülkelerinin kriz içinde debelendiği, bunalım sonrası gelen 2. Paylaşım Savaşı ile beraber dünyada egemen güç olan Almanya’nın güç kaybettiği ve sahneye yeni bir gücün çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde faşist ve otoriter yönetimler güçlenmiştir. Toplumsal yaşamda ise çalışma hayatı mutlaklaştırılmıştır. Yaşanan bu çılgınlığı anlatmak için Lafargue tembellik hakkı adlı eserinde durumu şu sözlerle anlatmaktaydı: “Kapitalist uygarlığın egemen olduğu ulusların işçi sınıflarını garip bir çılgınlık sarıp sarmaladı”. “… iki yüzyıldan beri, acılı insanlığın inim inim inleten bireysel ve toplumsal yoksunluklara yol açmaktadır. Bu çılgınlık, çalışma aşkı; bireyin, onunla birlikte çoluk çocuğunun yaşam gücünü tüketecek denli aşırıya kaçma tutkusudur.”[4]
Kapitalist yatırımların ülkede hız kazanması ile beraber hakim anlayış “Çalışalım, ulusal zenginliği artırmak için çalışalım!” sloganı haline getirilerek toplumun belleğine kazınmaya çalışılmıştır. Kapitalist toplumda emekçiler hiçbir zaman emeklerinin karşılığını tam alamazlar, belli bir kesim ise emekçilerin alınteri üzerinden her zaman zenginleşir. Kapitalist toplumda emekçiler her türlü yozlaşma ile karşı karşıyadır. Kapitalist sistemde bireye, kapitalist sistemin kendisine çizdiği sınırlar içerisinde yaşamak gibi bir zorunluluk dayatılır ve çizilen sınırlar dışına çıkanlar büyük baskılara maruz kalırlar.
1950’li yıllarda kırdan kente göçün büyük bir hız kazandığı çarpık kentleşmenin ayyuka çıktığı görülecektir. Sermaye sahipleri ise kârlarına kâr katmak uğruna yatırımlarını her geçen gün arttırmaya çalışmıştır. Aynı dönemde sanayi sektöründe yabancı sermaye yatırımlarının artması, emperyalist sömürünün ilerlemesinde yeni adımları ifade etmekteydi. “Üretim araçları üzerinde yaşanan bu doğrudan doğruya sahiplik, giderek emeğin doğrudan doğruya sömürülmesi olgusu, yani kapitalist sistemin artı değeri kendi yararına artırma imkânını veren bu olgu, emperyalist ülkelerde olduğu kadar emperyalizmin egemenliği altında bulunan ülkelerdeki sosyo-ekonomik yapılarında evrimlerinin sonucudur.”[5]
Peki, artan sanayi yatırımlarıyla beraber yoğun bir göç hareketinin başladığı kentlerde kentsel mekân nasıl bir hal almıştır? Türkiye’de kentsel mekânın durumunu anlayabilmek için dönüp geçmişi iyi okumak ve gereken dersleri çıkarmak gerekir. Bu temel derslerin ışığında günümüzü anlamak, geleceği bilimsel verilere dayanarak öngörmek gerekmektedir. Ancak bu şekilde soruna bilimsel yaklaşılabilir. Bu tarif yapılmadan ne günümüz ne de yarınımız hakkında tek bir cümle konuşmanın bilimsel bir tarafı olmayacaktır. Kentsel mekânın yaşadığı köklü değişim toplumsal değişimin de önünü açmıştır. Üretim biçimlerinde yaşanan her köklü değişim, kendisiyle beraber her şeyi değiştirecektir. Kapitalist sistemin temel amacı ise bu değişim ve dönüşümleri kendi ihtiyacına göre şekillendirmektir. Kapitalist sistemde temel amaç sermaye birikim süreçlerini hızlandırmak, üretim araçları üzerinde bulunan egemenliği daha fazla artırmak, sınırlı zamanda sınırsız üretimi gündemine almaktır. Böyle bir anlayışın planlı olmasını beklemek bir anlamda rüyalar aleminde yaşamaktır. Çünkü sermaye, Marx’ın da ifade ettiği gibi, vampir gibi canlı enerjisini çeker ve ne kadar fazla çekip alırsa o kadar daha fazla gelişir. Sermaye birikiminin artmasının temel dayanağı canlı emeğini sömürmektir. Bu yazıda derdimiz kapitalist sistemin planlı olup olamayacağını anlatmak değildir. Kapitalist sistem üretim alanlarını oluştururken, yaşam alanlarını da kendi ihtiyacını karşılayacak şekilde kurgular. Kapitalist sistem, yatırımlarını kâr odaklı yaptığı için yaşamın kendisine bütünlüklü bakamaz; eğer böyle bir anlayışı olsaydı bugün kentsel mekân ölçeğinde yaşanan tartışmalar gündemde olmazdı. Diğer bir taraftan kapitalist sistemin olaylara bütünlüklü bakması doğasına aykırıdır. 1950-1970 yılları arasına baktığımızda kentsel mekânın hızlı dönüşümü son derece ürkütücüdür. Emekçilerin yaşam alanlarını, kendilerinin bulduğu bir yöntem ile çözmesine sermaye sahipleri tarafından göz yumulmuştur. Çünkü günün koşulları gereği emekçilerin yaşam alanları kent merkezi dışında bulunan alanlardır. Ve bu alanlar o an sermaye için iştah kabartan alanlar olmamıştır. Emekçilerin yaşam alanları son derece sağlıksız alanlardır. Bu alanlar, kentsel bir alanda bulunması gereken tüm donatılardan yoksundur. Kapitalist sistemin, hiçbir zaman bu ihtiyaçları karşılamak gibi bir derdi de olmamıştır,fakat bazen bu ihtiyaçları karşılamak zorunda kalmıştır. Oy deposu olarak görülen emekçiler seçim zamanlarında “hizmet” görmüşlerdir.
Kentsel mekânın hızlı gelişmesinin sonucu emekçilerin yaşam alanları kent ile iç içe geçmiştir. Sağlıksız alanlarda yaşayan emekçilerin yaşadığı salgın hastalıklar burjuva kesimi etkilemeye başlayınca sevgili burjuvalarımız bu sorunlara çözüm aramaya başlamış ve bunu emekçiler için yaptıklarını iddia etmekten de geri durmamışlardır. Engels Konut Sorunu adlı eserinde bu durumu şöyle dile getirmekteydi: “ Kapitalist yönetim, cezasını çekemeyeceği, işçi sınıfı arasında salgın hastalık yaratma zevkini tadamaz; sonuçlar onu da etkilemekte ve ölüm meleği onun saflarında da işçi sınıfının saflarında olduğu kadar acımasız hükmünü sürdürmektedir. Bu gerçek bilimsel olarak saptanır saptanmaz, yardımsever burjuva işçi sağlığı için kaygılarında soylu bir rekabet ruhuyla yanıp tutuşmaya başlamıştır. Sürekli yinelenen salgınların kaynaklarını kurutmak için dernekler kurulmuş, kitaplar yazılmış, öneriler hazırlanmış, yasalar tartışılmış ve kabul edilmiştir. İşçilerin konut koşulları incelenmiş ve en çarpıcı kötülüklerin iyileştirilmesi için girişimlerde bulunulmuştur.”[5] Engels'in belirttiği üzere kapitalist sistemin emekçiler için reva gördüğü yaşam açlık, yoksulluk ve sefaletten başka bir şey olmamıştır.
1950’li yılların başlangıcı ile binlerce emekçi kendi emek güçlerini satmak üzere büyük kentlere doğru yola koyulmuşlardı. Dönemin verilerine bakıldığında kırdan kente göçün çok aktif bir şekilde yaşandığı görülecektir.

Devletin bu dönemde kamu yatırımlarına yaptığı harcamalar ile özel sektörün bu dönemdeki yatırımlarına bakılacak olursa, piyasa ekonomisinin son derece hızlı bir şekilde yol aldığı söylenebilir. Kapitalist sistem için “taze kan” konumunda olan işçi sınıfının barınma sorunu ise kendi çözümünü gündeme getirmiştir
Kapitalist yatırımların had safhaya ulaştığı bir dönemde toplumun konut ihtiyacı piyasanın vicdanına terk edilmiştir. 1960’lı yıllara gelindiğinde kapitalist sistemin Türkiye’de üretim araçları üzerindeki egemenliği artmıştır. Genel olarak Türkiye’de konut olgusunu bir hizmet olarak saymak bir hayli güçtür. Hükümetlerin bu alanda güttüğü siyasetin niteliği ise “hiçbir siyaset gütmeme” şeklindedir. DPT’nin yaptığı araştırmalara bakılırsa durum çok net bir şekilde açığa çıkmaktadır. Yukarıda verilen tabloları değerlendirdiğimizde, 1960’lı yıllarda özel yatırımların kamu yatırımlarını ezici bir şekilde geçtiği görülmektedir. Bu veriler devletin ne kadar sosyal bir devlet olduğunu da gün yüzüne çıkarmaktadır. Geçen yıllar itibariyle kamu yatırımlarının azaldığı özel yatırımların ise arttığı görülmektedir.1965 yılında inşaat sektöründe yapılan köklü adımlar birçok sektöründe bu sektörle canlanmasını sağlamıştır.
Kaynaklar:
1-M. İlin/ E. Segal,(2009).İnsan Nasıl İnsan Oldu.,( Çeviren: Ahmet Zekerya). Say Yayınları
2-Akkaya, Y.(2009). Kapitalizmin Hapishanelerinde Ödünç Hayatlar,(“Mesele,umut etmeyi öğrenmektir” Ercan,F.), Eksen Yayıncılık.
3-Marx,K.,(2004), Kapital 1.cilt, (Çeviren: Alaatin Bilgi), Sol Yayınları, Ankara.
4-Lafargue,P.(2009), Tembellik Hakkı., (Çeviren: Hasan İlhan),Alter Yayıncılık, Ankara.
5-Yerasimos, S.(1977), Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye.,( Çeviren: Babür Kuzucu)., Gözlem Yayınları.
6.Engels,F.(1992), Konut Sorunu.,(Çeviren: Güneş Özdural)., Sol Yayınları, Ankara.
7- Makale içinde kullanılan tablolar DPT’nin yaptığı 2. Kalkınma planından alınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder